Devamı

    Diğer Başlıklarımız

    Sanat Güneşi Zeki Müren

    Türkiye’de yetişmiş nadide sanatçılarımızdan biri de bahsettiğim böylesi güzel, öylesine
    muhteşem insanlardan… Adı mı? Adı Zeki Müren.
    Sanat Güneşi, Müziğin Paşası, yaşarken efsane olmuş kimyası güçlü müzik adamı…
    Toplumun her kesiminde,hayatta iken de vefat ettikten sonra da adı geçtiğinde büyük bir
    saygı ile anılan, yüzlere minik tebessümler yayılmasına sebep olan,ses tonu, beden dili ve
    konuşmaları ile anında insanı nazik olmaya kibarca sürükleyen insan…
    Sesine, şarkılarına, üslubuna hayran olan binlerce, milyonlarca kişi, hayatının hangi
    aşamalarından sonra ”Zeki Müren” olduğunu, yeteneğinin nereden ileri geldiğini ve yaşam
    biçimini araştırma fırsatına sahip olamadı belki benim gibi… Dinledik o güzelim eserleri ve
    öylece geçti gitti hayatımızdan diyebileceğimiz biri değildi o aslında.
    Bana göre Zeki Müren, çocukluk yaşlarında babasının onun Türkçeyi hassasiyetle
    kullanımına olan hayranlığına şaşıran, şarkılarını büyük bir incelik ve ruhsal doygunlukla
    dinleyen babasını izleyen, kasetlerini bir antika niteliği taşırcasına titizlikle koruduğunu
    görünce acaba niye bu kadar özeniyor bu adam için dediğim adam o.
    Ah ben nasıl anlatsam ki şimdi size Zeki Müren’i?
    Babasına hayran bir kızın, babasının hayran olduğu bir sanatçıyı anlatırken aşkla, naif ve
    seçilmiş kelimelerle onu dizelere dökmesi gerekir. Değil mi? Hadi bir başlayayım bakalım.
    Nasıl akacak cümleler bu yoğunlukla bir görelim.
    Efenim Zeki Müren, Bursa’da Hayriye hanım ve Kaya bey’in tek çocuğu olarak, 6 Aralık
    1931 yılında dünyaya gelmiş. Ailesi, Üsküp’ten Bursa’ya yerleşen Bursa Ortapazar
    Caddesi’nde yaşayan ve babası inşaat mühendisliğinin yanısıra kereste tüccarlığı yapan;
    çocukken oldukça çelimsiz ve zayıf bir çocuk olarak ilk hayat akışını anlatmış vakti
    zamanında. Taa o yaşlardan beri duygusallığı ön planda olan bir çocuktan bahsediyoruz
    tabii. Babasının onun musikiye olan yeteneğini çok erken yaşlarda farketmesi ile birlikte
    gelecekte önemli duygulara ses vereceğinin sinyallerini vermiş aslında Zeki Müren.
    Eğitim hayatına Bursa’da Osmangazi İlkokulu’nda başlayan, müziğe yatkınlığının
    okuldayken öğretmenlerinin dikkatini çekmesi ile müzikli okul müsamerelerinde rol almaya
    başlayan Zeki’nin ilk müsamere rolünün çobanlık olduğu bilinmekteymiş. Sonraki oyunlarda ise, yeteneği sayesinde hep başrolde olmuş ve ışığının parlaklığı herkesi etkilemişti. Onu ilk keşfeden babası, bu yeteneğin eğitimle desteklenmesi gerektiği düşüncesi ile Tamburi İzzet Gerçeker’den solfej ve sanat müziği dersleri almasına yardımcı olmuştu.Üstad, Zeki’ye bu eğitimlerde yeteneklerini nasıl geliştireceğini öğretmişti.
    İlkoluk bittikten sonra ortaokul eğitimi de Bursa’da tamamlanınca beste yapmaya başlamıştı Zeki. İlk beste, 1946’da yapılmıştı. Bu kadarıyla elbette yetinmeyecekti ve gözü daha da yukarılarda olacaktı onun. Büyük müzik ustalarından ders almak istiyor, onları yakından tanımak istiyordu. Düşünce, babası ile paylaşılmış ve babadan izin alındıktan sonra İstanbul’a gidilmişti. Lise hayatı İstanbul’da başlamıştı. Öğrenimi devam ederken, 1949 yılında sinema yönetmeni ve senaryo yazarı Agopos Efendi ile Udi Kirkor Efendi’den ders almaya başlamıştı. İlerleyen yıllarda Refik Ersan ile Şerif İçli’den fasıl musikisi ve Klasik Türk Müziği makamlarında eğitim alacaktı. Ardından Şükrü Tunar ile henüz 17 yaşındayken ilk şarkısı ve akrostişi (bir şiirde dizelerin ilk harflerinin yukarıdan aşağıya doğru sıralandığında anlamlı bir sözcük meydana getirmesi) olan “Zehretme bana hayatı cananım” ı bestelemişti. İstanbul Radyosunda ilk çalınan bestesi olmuştu bu beste.
    Boğaziçi Lisesi’nde dolu dolu ve başarılı geçen yılların ardından lise birincisi olarak mezun
    olmuş ve 1950 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi(Şimdiki Mimar Sinan
    Üniversitesi) Yüksek Süsleme Bölüm Sabiha Gezen Atölyesi’nde eğitim süreci başlamıştı.Bu
    Akademide yaptığı desen çalışmalarını öğrenciyken ve daha sonraki yıllarda da sıklıkla
    sergileme fırsatı olmuştu Zeki’nin.
    Akademideki ilk yılında İstanbul Radyosu’nun açtığı bir sınava girmişti çünkü müzik
    hayatında hep farklı bir yerde olmuştu onun için. Bu sınavda birinci olmuştu ve İstanbul
    Radyosu sanatçısı olma hakkını kazanmıştı. Onun için artık rüyalı ve hülyalı günler
    başlamıştı. 1 Ocak 1951 yılında Perihan Altındağ Sözeri’nin rahatsızlanması sebebiyle radyo konserine onun çıkması teklif edilmişti ve teklifi kabulü ile birlikte 45 dakikalık programda muhteşem bir canlı yayın gerçekleştirme fırsatı yakalamıştı.
    Yayını dinleyenler diyecek söz bulamıyordu. Radyonun telefonları susmuyor ve Zeki’yi
    tebrik etmek için arayanlardan birinin Hamiyet Yüceses olması, devri itibariyle büyük bir
    onur duymasına vesile oluyordu. Musikide ihtişamlı günler başlamıştı.
    Bahsedilen yıllarda İstanbul Radyosu Anadolu’dan pek dinlenemiyordu.Ankara Radyosu ise, Anadolu’da en çok dinlenen radyoydu. İlk radyo konserinden sonra hocası Şükrü Tunar kendi bestesi olan “Muhabbet Kuşu”nu Zeki’nin okumasını istemiş ve bu kaydı bir plağa
    kaydettirmişti. Artık Ankara radyosunda sıklıkla çalan plak sayesinde Zeki artık Anadolu’da
    da tanınmaya başlamıştı. Küçük ama etkiliydi bu tanıtım çalışmaları ve Zeki artık tüm Türkiye’de sürecek olan canlı radyo yayınlarına başlamış ve bu akış 15 yıl devam etmişti. Bu sayede daha çok sahneye çıkabilme ve plak çıkarabilme şansına sahip olmuştu.
    Zeki, sesinin yanısıra müzikallerde de çok başarılı performanslar sergiliyordu.Radyo yayınları devam ederken 1954 yılında dönemin starı Cahide Sonku ile beyazperdede “Beklenen Şarkı” filminde birlikte rol almıştı. Tabii insanlar sadece sesini bildikleri Zeki Müren’in 10 tane bestesinin yer aldığı filme, onu görmenin merakı ile akın etmişti ve film zamanın gişe rekorları kıran filmi olmuştu. Görülen o ki, kabiliyetlerinin arasında oyunculukta vardı ve durdurulamaz yükselişi ve parlayan yıldızı, onu Güneş olma yolunda ilerlemesine yardımcı oluyordu.
    Yıllar akıp giderken 18 filmde başrolde oynamış, filmlerin isimleri ise hep kendi besteleri
    olmuştu. “Berduş,Altın Kafes, Bir Yaz Yağmuru,Hayat Bazen Tatlıdır…” gibi.
    Peki ilk sahne deneyimi nasıl olmuştu dersiniz Zeki Müren’in? Elbette görkemli ve mezun
    olduğu okulun hakkını verircesine ve profesyonel manada en iyi düzende gerçekleşmişti.
    1955 yılıydı ilk deneyimini yaşamış olduğu yıl. Kendi tasarımlarından oluşan kıyafetleri, saz
    takımının tek tip kıyafetli oluşu, T düzen sahne gibi yenilikler getirmişti sahnelere. Aynı yıl
    kendi bestesi olan “Manolyam” adlı şarkısı Altın Plak ödülü’ne layık görülmüştü ve tüm
    gazinolar peşinden koşuyordu. Çalıştığı mekanlarda Cumhurbaşkanları, Bakanlar, Bürokratlar ve her düzeyden insan ağırlanıyor ve tıklım tıklım salonlarda müthiş ziyafetler veriliyordu Türk Sanat Müziği adına… Bu şekilde 11 yıl Behiye Aksoy ile dönüşümlü olarak Maksim Gazinosu’nda sahne almıştı.
    Büyük başarılar, ses getiren sahne performansları derken 1976 yılında ise bir ilki
    gerçekleştirmiş oldu ve Londra’da Royal Alber Hall’de konser veren ilk Türk sanatçı olma
    şerefine erişmişti.
    Dedim ya o büyülü ses, vurgulu tonlamalar, dokunaklı his akışları derken ihtişamlı sahne
    kostümleri ile birleşince hem kulağa hem göze şölen ayarında tatlar bırakıyordu Zeki.
    Sahnede bütünlüğe verdiği önem, her sahneye çıkışının teatral bir havaya bürünmesine yol
    açıyor ve tam tarihi belli olmamakla birlikte ondan artık “Sanat Güneşi” diye anılması dönemi başlıyordu. Yetenek abidesi gibiydi. Şarkılarının sözlerini kendisi yazar, güftesini ve bestesini yapardı.Şiirler yazardı. 1965’te “Bıldırcın Yağmuru” adı ile yayımlanan kitabında ise şiirleri vardı. Resim yapıyor, yaptığı resimleri sergi açarak halka açıyordu.
    1970’lere gelindiğinde ise, birçok kaset çıkarmıştı. Televizyona filmlerle girmişken
    sahnelerden de daimi televizyon elçiliğine kayma süreci de kendiğinden gerçekleşmişti
    aslında.Çok başarılıydı.Çok seviliyordu ama hiçbir zaman mütevazi karakterinden
    vazgeçmiyordu ve onu sırf bu özelliği sayesinde sanatında çok değerli kılan bir tarzı
    vardı.Sert ifadesinin yanında duygusal besteler ve onlara eşlik eden inanılmaz büyük bir
    zerafet…Şaşırtıyordu! Birçok ismi vardı nüfusta kayıtlı olduğu isim dışında…1969 yılında Aspendos Tiyatrosunda verdiği konser sonrasında halk ona”Müziğin Paşası” diye sesleniyordu. Özel hayatı hep merak edilmişti ama o sıra dışı kıyafetleri, saç şekli,makyajı,kalıpları,sınırları ve de kendinden öte bir duruşa sahipti ve ömründe hiç evlenmediği için hep akıllarda tercihleri yönünden soru işaretleri kalmıştı…
    İlk varoluş günlerinde alışılmış görünümünün, yıllar geçtikçe ve yeteneklerini doğru yerlerde ve doğru zamanda kullanmasıyla birlikte nevi şahsına münhasır bir Zeki Müren ortaya çıkmıştı. Cinsel tercihlerinden dem vurmasa da kendine pekçok yakıştırma yapılmıştı aslında. Kadınlarla ismi anılıyordu ama hiçbir yorum getirmemesiyle birlikte hakkında eşcinsel olduğu yolundaki söylemlere cevap vermeyerek bu gibi konularla sanatına gölge düşürmemeyi ustalıkla beceriyordu. Belki tahmin edildiği gibiydi belki de kimsen dünyasına erişemeyeceği kadar sıradışı bir insandı o, kim bilir?
    Herşey bir yana… Bunca ihtişamın yanında artık yılların verdiği yorgunluk sebebiyle ilk
    hastalık süreci de 1980 yılında başlamıştı.İ lk kalp krizini geçirdiği tarihti bu tarih… Ve
    Müren o esnada Kuşadası’ndaydı. Ardından 1983 yılında Paris’te geçirdiği kalp krizinden
    sonra Bodrum’daki evinde dinlenme dönemine geçti. 1984’te geliri antik tiyatronun
    restorasyonu için kullanılacak son konserine çıktı ve tam manasıyla nekahat dönemine
    girmişti artık. Hastalığı sebebiyle aldığı ilaçlar onu yıpratmış, kilo almaya başlamış, kalbi yorulmuş ve maalesef şeker hastalığı da başlamıştı. Türk Halkının gözünde bu haliyle yer etmek istemiyordu. Görkemli görüntüsü ile hatırlanmak istiyordu ancak sağlık durumu buna izin vermiyordu. Evine kapanıp herkesten uzaklaşmıştı…Yıllar geçmişti. Hastalık,vücudunu
    hareket ettirmesine, ellerini kullanmasına dahi müsaade etmiyordu. Sonun başlangıcı olan
    olay ise, bir telefon ile başlamıştı.Yardımcısı aramış ve her zamanki saygılı tavrıyla; ”Paşam, TRT sizin adınıza bir gece düzenlemek istiyor” diyerek ilk görev yaptığı kurumun ricasını kendisine iletmişti. Bir yandan mutluluk bir yandan hüzün kaplamıştı bedenini.
    Teklif karşısında kalakalmıştı. Gözetimini yapan doktorlar en ufak bir heyecanın dahi yasak

    olduğu Sanat Güneşi’nin bu teklifi kabul etmesinin delilik olduğunu düşünürdü, elbet haklıydı doktorları. Kendi sağlığı söz konusuydu… Düşündü ve ilk gözağrısı kurumun teklifini, sahnede Muazzez Ersoy ve Ajda Pekkan’ı n da yanında olması ricası ile birlikte kabul etti. Çekimin yapılacağı gün, bir basın ordusu ile birlikte TRT İzmir binasına gelmişti. Her zamanki titiz telaşıyla birlikte hazırlık sürecini tamamlamış ve “Son Gece” adını verdiği

    kostümüyle stüdyoda kendine ayrılan koltuğa oturmuştu. Provalarını yapmak üzere kendisini selamladıktan sonra sahneye geçen Ajda Pekkan ve Muazzez Ersoy, hazırlıklarını
    yapmışlardı. Programın başladığı ilk dakikalardan itibaren programın sunucusunun ve
    Kurumun Genel Müdür Yardımcısının yanına gitmişti Zeki Müren.Herkesin bildiği tek bir şey
    vardı ve birşeyler olması gerektiği gibi gitmiyordu. Genel Müdür Yardımcısı yayında elindeki paketi açınca film kopmuştu. Paketin içinden ilk şarkı söylediği mikrofon çıkmıştı ve onu görünce, geçmişin ve anın verdiği heyecan ile mikrofonun ağrılığı birleşmişti.
    Heyecanlanmış ama halkının önünde düşme korkusu ile paniklemişti. O halde iken bile, sunucunun desteği ile koltuğa doğru yönelmiş ve tebessümünü yüzüne iliştirerek “beni dışarı çıkarın” diyebilmişti. Programa ara verilmişti. Makyaj odasında götürülmesiyle odadan içeri girer girmez kendini yere bırakması bir olmuştu… Orada ruhunu teslim etmişti. Tam da istediği gibi devrilmeden, dimdik ayakta iken halkına veda etmişti…
    Odaklanma sorunu yaşamamak adına yayın günü ilaçlarını almamıştı ve bünyesi bu durumu kaldıramamış, kalbi durmuştu. Mesleğine doğduğu yerde, ölmüştü. Cenazesi kendine yaraşır cinsten sevgi seli ile Bursa’da Emir Sultan Mezarlığı’na defnedilmişti.
    Peki ya ardından ne bırakmıştı bu güzel sesli ve güzel yürekli adam?
    Mirasının tamamını Mehmetçik Vakfı’na ve Türk Eğitim Vakfı’na bırakmıştı. Bu sayede
    binlerce öğrenci eğitim ve öğrenim hakkı kazanmıştı. Bodrum’daki evi ise, müzeye
    dönüştürülmüştü. Doğumgünü, Türk Sanat Müziği günü olarak kutlanmaya
    başlanmıştı(2012). Musikimize doğan güneş, seyircisine duyduğu sonsuz sevgisiyle birlikte muhteşem gülüşünü ve mükemmel Türkçesini hafızalarda bırakarak bu fani dünyayı aydınlatıp sönmüştü. Ve tam da bu demde hafızalarımıza kazınan en sevilen şarkılarından bahsetmeden onu anmak olmaz elbette…
    Şimdi uzaklardasın, gitme sana muhtacım, bulamazsın(benim için çok özel bir şarkıdır),
    imkansız, sorma ne haldeyim, susma, bir gülü sevdim, ben seni unutmak için sevmedim,
    gözlerin doğuyor gecelerime, veda busesi ve daha niceleri gibi 300’e yakın bestesi bulunan; 600’den fazla plak ve kaset (25 adet) dolduran, 18 tane sinema filminde oynayan Zeki Müren, 1991 yılında Devlet Sanatçısı ünvanını da almaya hak kazanarak bu dünyaya gözlerini kapamıştır.
    Sevenleri ve sevmeyenleri diye ayırmak bir yana, bu ülkeden öncelikle insana saygı duyan,
    inanarak çalışan ve emeğini yüreği ile birleştirerek zor olanı başaran, neredeyse yarım asır
    eser üreten bir sanatçı geçmiştir. Kişilerin özel ve değişik yaşamlarının kimsenin hesabına
    girmediği düşüncesi ile hareket ederek, eserlerine duyduğum aşk ile ruhun şad olsun diyorum. Türk Sanat Müziği’nin Güneşi’ne derin hürmetlerimle…
    Ayrıca yılın son gününde; zamanla yeri doldurulamayacaklar varken bu dünyada, sizin
    hayatınızda yeri doldurulamayacak ne varsa ve kim varsa 2019 ‘da hep sizinle olsun onlar
    diyorum. Sağlığınız ve umudunuz hiç eksilmesin aklınızdan ve bedeninizden. Kalbiniz hep sevgiyle çarpsın. İyilikle kalın güzel insanlar.
    Kadinvesaglik.org

    Latest Posts

    Haberler

    spot_img