Geleceği görebilseydiniz, aynı seçimleri yine yapar mıydınız? Sonuçları sizi üzse bile bir daha yaşarım der miydiniz? 2016 yılında yayımlanan ama hala aramızda sohbet konusu olan bir filmi Arrival’ı bir başka gözle, kadın gözüyle değerlendireceğiz bu kez.
Eğer Arrival’ı izlemediyseniz, hakkında ne kadar az bilirseniz o kadar iyi. Yıllar sonra bile hala şakasını yaptığımız Bruce Willas’ın 6.His filmindeki durum bu film içinde geçerli çünkü. Aman dikkat edin, tadınız kaçmasın. Ancak yine de gidip gitmemeye karar vermeniz için kısa bir özet geçelim. Sonraki yazılar spoiler içeriyor. Okumazsanız darılmayız, hakkınız.
Film Özeti
Film oldukça monoton ağır bir tempo ile başlıyor. Zaten ilk sahneden ana karakterin (Louis), içe dönük bir bilim kadını olduğunu anlıyoruz. 12 uzay gemisi, beklenmedik bir şekilde atmosferimize girip farklı noktalara iniş yapıyor. Aslında bir şey bekler gibi sadece havada duruyorlar. Dünyadaki askeri güçler panikte, herkes saldırı planları yapıyor. Bu arada olaylar büyümesin ne olduğunu anlayalım diye gemilere yakın yerlerde temas ve iletişim noktaları kurmuşlar. Amerikan hükümeti iki uzman getiriyor; az bilinen dillerin çevirilerinde uzmanlaşmış bir dilbilimci Dr. Louise Banks (Amy Adams) ve bir de matematikçi Ian Donnelly (Jeremy Renner).
12 gemiden biri Amerika’nın Montana eyaletine iniş yapmış. İkili sabaha karşı apar topar uzay gemisinin yanına kurulan ana kampa getiriliyor. Her 18 saatte bir uzay gemisinin kapısı açılıyor ve bir keşif ekibinin içeri girmesine izin veriliyor. Louise ve Ian’ın görevi uzaylılarla iletişim kurabilmek. Onların çıkardığı sesleri ve sembolleri anlamak. Aslında niyet, dost mu yoksa düşman mı olduklarını anlamak. Louis ve Ian dışında kimse onların dilini öğrenmeyi merak etmiyor aslında. Bir de bir sis bulutu arkasında duran iki uzaylı temsilcisi var, onlarda insanlarla her gün buluşmakla görevliler. Şekilleri sizi hayal kırıklığına uğratabilir, alışılmışın dışında görüntüleri var, bildiğimiz uzaylı gibi değiller. Filmin bu sahnesinden itibaren Arrival, askeri kuvvetler dünya dışı misafirlerimize nükleer silahlarla saldırmadan önce, uzaylılar ve insanlar arasında paylaşılan ortak, düzgün bir dil kurmak için gergin, endişeli, canlandırıcı ve ödüllendirici bir yarış haline geliyor. Çünkü dünyanın 12 yerinde birden süren bir yarış var, kim bilgiyi önce edinirse ona göre konuşlanacak ve adım atacak. Diğer tarafta ise Louis’in anlam veremediği ses ve halüsinasyon sahneleri başlıyor. Bir yandan dili çözmeye çalışırken bir yandan kendini de anlamaya çalışıyor. İşte tam da burada kafamız karışmaya başlıyor.
Dikkat spoiler içerir, uyaralım
Bazı görüşlere göre bir dili konuşmak, özellikle de ana dilimiz, düşünce ve algılama şeklimizi etkiliyor. Yani içinde bulunduğumuz kültürün tanımlamaları bizim düşünce yapımızın yapı taşlarından biri. Uzaylıların dilinde zaman kavramı yok, yani geçmiş şimdi gelecek iç içe. Nasıl yani diyeceksiniz? Böyle bir şey tek bir cümlede nasıl anlatılır. İşte Louis bu dili öğrendikçe, kendi zaman kavramı birbirine giriyor. Şimdiki zamanı yaşarken, aynı anda gelecekte de olmaya başlıyor. Duyguları birebir hissediyor, öfkeyi üzüntüyü mutluluğu heyecanı. Sadece görmüyor, yaşıyor da.
Gelelim asıl üzerinde konuşmak istediğimiz meseleye. Siz de Louis gibi bugün vereceğiniz kararların ileride nasıl gelişeceğini ve sonuçlanacağını bilseydiniz ne yapardınız? Elbette sonu ‘mutlu sonla bitenler’ başımızın tacı, peki ya bitmeyenler? Bir bebeğiniz olacak ama ergenlik çağına geldiğinde nadir görülen ve tedavisi olmayan bir kanser türüne yakalanacak. Yine de bebek sahibi olmak ister miydiniz? Çok zor bir soru olduğunun farkındayız. Üzerinde düşünülmesi iyice tartıp biçilmesi gereken bir karar. Ama unutmayın, Louis sadece bu bilgiyi öğrenmiyor aynı zamanda yaşıyor, içinden geçiyor. Çoğu kadının yaşamayı seçtiği anneliği tadıyor. Yani aslında olacak olan oluyor.
İyisiyle kötüsüyle yaşadığımız her an güzel ve çok kıymetli. Biz evet diyenlerdeniz. Peki siz?