Devamı

    Diğer Başlıklarımız

    ‘Kadın Psikolojiyse Erkek Matematik’

    İlk öykü kitabı ‘Erkeklere Her Şey Anlatılmaz’da kadınlığın binbir türlü haline yakından bakan Buket Arbatlı, “Kadınları daha katmanlı buluyorum. Sevinçleri, mutsuzlukları, kıskançlıkları, yaptıkları, yapmak istedikleri, kötülükleri, küçük sırları, hırsları, öfkeleri ve sonsuz affetme yetileriyle…

    Erkekler böyle değil. Kadın psikolojiyse erkek matematik. İkiyle ikiyi çarptığınızda beş çıkmayacağını biliyorsunuz. Bu nedenle yazara numara yapma imkanı vermiyor erkek kahramanlar” diyor.

    Daha önce yayınlanmış öyküleriniz var ama ‘Erkeklere Her Şey Anlatılmaz’ ilk kitabınız. Kitabın ortaya çıkmasını bir tür hac yolculuğu olarak kabul eder misiniz?

    Söyleşiye bu soruyla başladığımız için çok teşekkür ederim. Tam da böyle düşünüyorum, tabii modern zamanların hac ziyareti gibi değil de önceki asırlarda kervanlarla gidilen türden. Sıcak ıssız çöllerde kah kendi başınıza kah birilerinin eşliğinde varmaya çalıştığınız Kâbe. Benimki biraz uzun sürdü, çünkü dosyanın hazır olduğuna inanmam ve kendimi ikna etmem zaman aldı. “Bu iş olacak galiba” demem editörüm Zarife Biliz’den gelen dosyanın eksiklerini anlattığı ve üzerinde çalışmayı göze alırsam kitap olabileceği ihtimalinden söz eden ama söz de vermeyen maili oldu.

    İlk kitabın yazarın yaşamından, özgeçmişinden çok öğe içerdiği söylenir. Sizin için de geçerli mi?

    İlk kitabın yazılmasının nispeten daha kolay olduğunu, insanın içinde birikmiş öykülerin ilk kitaba aktığını, kişinin yazarlığını ispat ettiği yerin ikinci kitabı olduğunu söylemişti sevgili Bahri Vardarlılar. ‘Erkeklere Her Şey Anlatılmaz’ da beni çok etkileyen olaylar, kahramanlar var gerçek hayattan.

    Kitabın adı en beğendiğiniz, en kuvvetli olduğunu düşündüğünüz öyküden mi geliyor?

    ‘Erkeklere Her Şey Anlatılmaz’, kahramanların çoğunun kadın olduğu bir kitapta kadınların ortak sırrı gibi geldi bana. İsmini bu nedenle seviyorum.

    Kitabınızda iç dünyasında kırılgan ama güçlü kadınlar ağırlıkta. Yaşam mücadelesinde kolu kanadı kırılmış ama uçmaya hâlâ çabalayan. Bu Türkiyeli kadınlara has bir durum mudur sizce?

    Sanmıyorum. Yabancı yayınları çok okuyan, yıllar içinde o ülkelere çok gitmiş biri olarak aynı dertlerin dünya kadınlarının ortak sorunu olduğunu görüyorum. Tabii bize, bizim coğrafyamıza has, gelişmiş toplumlarda görülmeyen dertler var ama özünde aynı. Belki bizim kadınlarımız daha dirençli ve güçlü. Üyelerinin birbirini tanımadığı gizli bir örgüt gibi birbirlerine destek oluyorlar. ‘Elimi Tut’ öyküsünü yazarken aslında dünyanın herhangi bir yerinde yalnız başına ölmekte olan yaşlı burjuva bir kadını düşündüm. Elini tutan varoşlardan gelen zenne olma hayali taşıyan bir oğlan çocuğu. İsveç’te de olabilir yani.

    Kitabın kahramanlarının çoğu kadın. Ana karakterin erkek olduğu öykülerde bile kadınlar güçlü, rol çalan karakterler…

    Kadınları daha katmanlı buluyorum. Sevinçleri, mutsuzlukları, kıskançlıkları, yaptıkları, yapmak istedikleri, kötülükleri, küçük sırları, büyük ifşaatları, hırsları, öfkeleri ve sonsuz affetme yetileriyle. Kadın nasıl düşünür, ufak bir mimik, bir iç çekiş, bir esneme sesi ne anlama gelir biliyorum, bu da bana büyük kolaylık sağlıyor. Erkekler böyle değil. Kadın psikolojiyse erkek matematik. İkiyle ikiyi çarptığınızda beş çıkmayacağını biliyorsunuz. Bu nedenle yazara numara yapma imkanı vermiyor erkek kahramanlar.

    Kitabınızda erkeklerle aşk, aile, dostluk vb bağlamlarda ilişki kurmaya çalışan ama bunu da çok gönülden gelerek yapmayan kadınlar var. Sizin karakterleriniz yalnızlığına düşkün karakterler…

    Kendini var etme çabasında olan kadınlar bunlar. Kimse üzerinden tanımlanmak istemeyen. Ne anne, ne kız çocuk, ne de eş olmak istemiyorlar. Dertleri bu olduğundan bazen aşırıya kaçtıkları, kendilerini yalnızlığa sürükledikleri oluyor. Yalnızlık onlar için sorun değil, sığındıkları bir yuva haline geliyor. Aslında önemli bir meziyet. Yalnız kalabilmek kolay bir şey değil.

    Geçmiş bizi şekillendiriyor ve peşimizden gelmeye devam ediyor. Kitapta geçmişini arayan, deşen karakterler var. Sizin geçmişiniz yazarlığınızı nasıl etkiledi? Burdur gibi küçük bir yerde doğmak, büyümek, doktor olmak…

    Ben ortaokuldayken hayat bilgisi dersi vardı. Hayat bilgisi notum yüksekti benim. Bir kere küçük şehirde büyümek bana her şeyden önce hayal kurma yetisi sağladı. Hayatın fena halde durağan olduğu bir yerde büyüyünce -o zamanlar internet diye bir şey de yoktu- yapacağınız en iyi şey okumak, okumak… Bir de kendisini minnetle andığım, geçen yıllarda kaybettiğimiz edebiyat öğretmenimiz Mustafa Karaca’nın üstün gayreti sayesinde yazmaya çabalamak. Sonra üniversite için İstanbul’a gelince bambaşka bir dünyaya adım attım. Kanser uzmanı olmak ise zihin dünyamda bir kapı açtı diyebilirim. Hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğuna, insanların ölüme bu kadar yaklaştıklarında nasıl davrandıklarına şahit olmak yazdıklarıma derinlik kattı bence. Hastane hayatını bırakıp uluslararası firmada çalışmak ise dünyanın bir ucundan diğerine farklı toplumlara temas etmemi sağladı. Şanslıyım yani.

    Kitapta genellikle kadın yazarların pek girmeye cesaret edemediği kadın cinselliği konusu de var. Ama dikkatimi çeken, erotizmin içinde oldukça yoğun duygusallık ve yalnızlık temaları… Naiflik ve kırılganlık. Jigolo çağırırken de kuşla oynarken de kadının o derin acısına tanık oluyoruz. Kadınlar doğalında cinselliği işin içine duygularını karıştırmadan yaşayamıyorlar mı?

    Yaşayamadıklarına inanıyorum yoksa onlara naiflik yüklemek, yaptıklarının affedilmesini sağlamak için yapılmış bir şey değil bu. ‘Bakire Meryem’in Bahçesi’ndeki kahramanım en bahtsız kadınlardan biri. Evli ve kendisi gibi evli bir adamla aldatıyor eşini. Uzun süren tavsamış bir ilişkiyi kurtarmak için geldikleri ada tatilinde sevgilisinin başka biri nedeniyle onu terk edeceği düşüncesine kapılıyor. Affedilemez bir şey yapıyor. Okuyanlardan bazıları kadının yaptığını kabullenemedi. Ama ben tam da böyle yapacağına inanıyorum. Çok pişman olsa da tekrar ve tekrar aynı kötülüğü yapacağına. Kadınlar duygulardan oluşmuş bir sarmal. Üstünü rasyonellik, profesyonellik, pragmatizm daha neler sayabilirsek onlarla sarsa bile duyguları derinlerden çıkar gelir. Para verdiği jigoloya bile kendini beğendirmeye çalışır, adam onu bırakıp gitmesin ister.

    Abdullah Aşçı’yı Aramak’ bir anlamda yazarlık sürecinde kendinizi ve çocukluğunuzu aramak mı? Küçük taşra şehrinde yazar olarak var olmaya çalışmak, aykırı olmayı peşinen kabul etmek demek… Bu anlamda ‘Ahlat Ağacı’ filmini hatırlattı bana. Hem taşrada olup hem mutlu ve üretken olunamaz mı?

    Abdullah Aşçı’nın kimliğinde, -kendisi ailemizin büyüklerinden biri, yayımlanmış iki öykü kitabı var- taşraya sıkışmış, bulunduğu yere sığmayan, zihinsel olarak orayı çoktan terk etmiş ama gidememiş herkesi anlatmak istedim. Sınırlarını bildiğim her yer bana dar gelir. Elimde değil. Bir tür iç huzursuzluğu, tam ergin olamama hali belki de. Benim gibi hissedenler için, yani şehrin caddelerinin sonunu bilmeye dayanamayanlar için taşrada yaşamak ölüm gibi bir şey. İddialı oldu sanırım ama tam da böyle. Taşrada gizli saklı kalamazsınız. Dev bir göz sizi devamlı izler. Bence dayanılmaz olan bu. Bir de yazarlık gibi hâlâ çok da ciddiye alınmayan bir şeyle uğraşıyorsanız vay halinize…

    Yazmak ilham gerektiren, duygusal bir süreç mi, yoksa bir takım ipuçlarını mı takip ediyorsunuz?

    Bazen önünüze düşüyor bir şey. Bu beyaz minibüsün üstünde parlayan kokulu tespih yazısı olabiliyor ya da öldüğü haberini aldığınız bir tanıdığın aslında Yehova şahidi olduğunu öğrenmek de. Çok meraklı bir kişiliğim var. Kimsenin ilgisini çekmeyen şeylerin peşinden gidiyorum bazen. Sadece erkek rahiplerin yaşadığı adayı duymak ya da böceklerin yük taşıma kapasiteleri gibi. Bunları okurken öykü çıkıveriyor.

    Yazarken okuyucunun bakış açısı ne kadar önem taşıyor sizin için? Çekinceleriniz oluyor mu? ‘Kumrular’ öyküsünde kuşlarla bir tür cinsel ilişkiye giren bir kadın var. Bunu yazarken okuyucuyu rahatsız eder mi diye kaygılarınız oldu mu?

    Hayır, okuyucu ne der diye hiç düşünmem. ‘Kumrular’ı yazdım, gönderdiğim hiçbir dergi basmadı. Kitaba koyarken hiç tereddüt etmedim. ‘Aile Sofrası’nda kızına zalimce davranan anneyi yazarken de metres hayatı yaşayan Madam Ani’yi yazarken de… Sadece babam, “Kızım senin kahramanlar biraz edepli kadınlar olsaydı” dedi. Edepli kadınları kim okur değil mi?

    Günlük yazma ritüeliniz var mı?

    İşim nedeniyle, hastanede yöneticiyim. Kitabın ortaya çıkma sürecinde de ilaç firmasında genel müdürlük yapıyordum, ancak gece yarısından sonra yazabiliyorum. Drakula’ya benzetiyorum kendimi. Gün ışığında yazmak çok az nasip oldu. Her ortamda yazabilirim bu nedenle, odada başkaları televizyon seyrederken bile. Öykünün nüvesi ortaya çıkmışsa devamlı kahramanları düşünürüm. Konuyla ilgili okurum, varsa film, belgesel seyrederim. Sonra dili düşünürüm. Kimin ağzından olmalı, zaman kipi benim işimi nasıl kolaylaştırır, nasıl duyguyu yakalarım gibi.

    Latest Posts

    Haberler

    spot_img